Hurufilik

Hurufilik, Fazlullah (ö. 796/1394) tarafından 14. yüzyılın İran’ında kurulmuş mistik ve felsefî bir akımdır. “Hurufi” ismi “harf” kelimesinden türemiştir. Hurûf, harfler demektir, “Hurufi” de “harflere mensup olan” anlamına gelir.

Fazlullahın kurduğu Hurufilik dışındaki “Harfçi” akımlardan akla ilk gelenler Kabalizm, Mandeizm ve Neo-Plataonculuktur. İslam kültüründe ise Ebu Mansur İclî (ö. 121/739), Ebu Yusuf Yakub b. İshak Kindî (ö. 252/866), Sehl b. Tusterî (ö. 283/896), El-Hakîm el-Tirmizî (ö. III./IX. yüzyıl sonu), Ebu Abdullah Hüseyin b. Mansur Hallaç (ö. 309/922) ve İbn Arabî (ö. 560/1240) harfler üzerine felsefe ve yorum yapmış önemli isimlerdir.

Hurufiliğin Yahudi batıniliği Kabalizm’den, “her şeyde özellikle en mükemmel şekilde insanda tecelli etmiş bir yaratıcı” prensibini savunan Dürzîlikten, ibadetlerin zahirlerini tevil eden, harf ve sayılara olan ilgisi olan İsmailîlikten, insanı mecmu-i hakaik gören İhvanus Safadan etkilendiği veya bunların devamı olduğu söylenegelmiştir. Dünya bilim tarihindeki her akım ve düşünce sistemi geçmiş benzerlerinden kaçınılmaz olarak etkilenmiştir.

Düşünce ve inanç akımları arasındaki bu gibi benzerlikleri ortaya koymak, bu sistemlerinin gelişim seyrini takip etme adına faydalı olabilirse de yukarıda örnekleri görüldüğü şekliyle birkaç benzerlikten yola çıkarak veya hiç bir delil sunmaksızın bir düşünce sistemini geçmişteki benzer örneklerine indirgemek, onlara eş göstermek de bir hatadır.

Her sayfasında en az dört beş ayet bulunan ve bunları yine harfler üzerinden yorumlayan koca bir Hurufi külliyatı nasıl olur da Dürzîliğin bir nev-zuhuru olarak görülür, anlamakta güçlük çekiyoruz. Bir fikri ispatlama adına, İncil ve Tevrat’a yapılmış sayılı atıflardan hareketle, Hurufiliğin Yahudi ve Hıristiyan menşeli bir hareket olduğunu söylemenin bilgi yetersizliğinden başka bir nedeni olamaz. Kabala ile Hurufiliği aynı kefeye koyanların tek bildiklerinin bu iki sistemin harflerden hareket etmiş olduğu gayet açıktır.

Elbette Hurufiliği, harfler üzerine yorumlar ve çıkarımlar yapan diğer harfçiler ve harfçi akımlardan ayıran çok temel farklar vardır. Herşeyden önce Hurufilere göre harfler arasında ontolojik bir öncelik yoktur; tüm harfler ezelîdir. Diğer taraftan harfçilerde öne çıkan, harflerin rakamsal değerleri (İslam’da ebced hesapları) üzerinden yapılan çıkarımlar ve kehanetler Hurufilerde görülmemektedir. Hurufilerin ebced hesaplarından yararlanmaları oldukça sınırlı, ebcedi kullanmadaki amaçları da tamamen varlık ve harfler arasındaki ilişkileri açıklamaya yöneliktir. Harfçilerin harflerin şekilleri üzerine yaptıkları yorumlar da Hurufilerde oldukça az görülmektedir. Hurufileri diğer harfçilerden ayıran en temel nokta ise, tüm felsefelerini harfler üzerine kurmalarıdır.

Netice itibariyle Hurufilerin konulara yaklaşımları, ayet ve hadisleri yorumlama şekilleri, kelimeleri harf üzerinden analizleri, harfler üzerinden kurdukları farklı bir vahdet-i vücut yorumu, harfler hakkında getirdikleri bütüncül ve yepyeni bir sistem vs. Hurufiliği orijinal bir hareket, nev’i şahsına münhasır bir akım olarak görmemiz için yeterlidir.

Hurufiliğin amacı varlığın hakikatinin harfler aracılığıyla kavranarak yine harflerle Allah’ın varlıkta müşahede edilmesi ve O’na ulaşılmasıdır. Harflerin, aralarında öncelik ve sonralık olmayıp tek bir hakikat olduğunu kabul eden Hurufiler doğal olarak ilgilerini harflerin yekununa hasretmişlerdir. Onlara göre mümkün olan tüm sesleri ifade eden azami harf sayısı 32’dir ki bu Fars alfabesinin harf sayısıdır. Kuran alfabesinin 28 harfi de, 32 harfi içinde barındırmaktadır. Zira 29. harf olarak kabul edilen lamelif harfinin eczasında (eczanın, harfin okunuşunda ortaya çıkan harfler olduğunu hatırlatalım) tekrarsız olarak 4 çeşit harf (l, m, e, f) ortaya çıkmaktadır. İşte lamelif’ten ortaya çıkan bu 4 harf, Farsçada olup Arapçada olmayan dört harfin ki bunlara mucem harf denir, kaim-i makamıdır. Hurufi felsefesi Arap ve Fars alfabesinin işte bu 28 ve 32 harfi üzerine kuruludur.

Hurufiliğe göre varlık, harflerin yani tanrısal kelamın zuhurudur. Harflerden hareketle tüm varlıkta tanrısal kelamı dolayısıyla tanrıyı müşahede etmek mümkündür ve gereklidir. Kamil bir insan, kendi yaratılışında bu ilahî kelimeleri müşahede ederek vuslat makamına, yani Allah’ın zat ve sıfatına ulaşmış olacaktır.

Varlık ve harfler arasındaki ilişki konusunda ilk nokta, yaratılmış olan her şeyin, Kuran’da belirtildiği şekliyle Allah’ın kün yani “ol” emriyle varlık sahnesine çıkmış olmasıdır. Allah’ın kelâmı olan bu emir, harflerden oluşmaktadır. Dolayısıyla varlığın özünde harfler vardır ve her bir yaratılmışın varoluş sebebi harflerdir.

Allah’ın, varlığı yaratırken buyurduğu “ol” emri, O’nun kelamıdır ve kelam, Allah’ın sıfatlarından biridir. Nasıl ki renk, koku, şekil gibi sıfatlar bir cismin kendisinden yani zatından ayrılamazsa Allah’ın sıfatı olan kelam da tanrısal kişilikten yani Allah’ın zatından ayrı düşünülemez. Kuvvet-i ezelînin 32 kelimeden başka sıfatı yoktur ve bununla zuhura gelir. Bu 32 kelime de onun zatından ayrı değildir, bilakis zatın aynısıdır. Yani harflerden oluşan Allah’ın kelamı, Allah’ın zatından ayrı değil O’nun zatının aynıdır.

Diğer taraftan her bir varlığın bir ismi vardır ki bu isimler harflerden oluşmaktadır. Bu isimler, varlığın bizzat kendisiyle ki buna müsemma (isimlenen) denir, doğrudan ilişkilidir. Zira, söz konusu ismi oluşturan harflerde bazı değişiklikler yapıldığında, bu isim artık vaz’ edilmiş olduğu müsemmayı karşılamayacak ve göstermeyecektir. Buradan hareketle, isim ve müsemmanın aynı olduğu sonucuna ulaşılır ki bunu, her bir varlığın aslında harflerden ibaret olmasıyla da ifade edebiliriz.

Varlık ile harfler arasındaki ilişkiyi açıklayan diğer bir nokta ise, harflerin varlıktaki bilfiil ve bilkuvve mevcudiyetidir. Örneğin iki cismi birbirine vurduğumuzda ortaya bir takım sesler çıkmaktadır ki bu sesleri biz harflerle ifade ederiz. Cisimlerin birbirlerine vurulmasıyla ortaya çıkan bu ses, onlarda harflerin bilkuvve var olduğunu göstermektedir. Canlılardan hayvanlar ise cansızlardan farklı olarak sesleri yani harfleri bilkuvve olarak değil bilfiil ortaya çıkarmaktadırlar. Ancak, her hayvan, mevcut tüm seslerden sadece bir kısmını telaffuz edebilmektedir. Canlılar içinde ontolojik olarak en üst noktada bulunan insan ise, kainatta mevcut olan tüm sesleri bilfiil telaffuz edebilen tek canlıdır. Kuran’da Allah’ın Hz. Âdem’e esma-i küllü yani tüm isimleri öğrettiği zikredilir [2/31]. Meleklerin Âdem’e secde etmelerinin bir nedeni de Âdem’deki bu bilgidir. Hurufilere göre, Âdem’e Allah’ın öğretmiş olduğu esma-i küll, mevcut tüm sesleri ifade eden 32 harftir.

Varlığın temeli olan, bilkuvve veya bilfiil varlıkta bulunan harfler, tüm bunların yanında, fiziksel olarak da tüm varlıkta görülmektedir. Örneğin hayvanlarda bulunan 2 göz deliği, 2 kulak deliği, 2 burun deliği ve bir ağız boşluğunun toplamı 7’dir. 4 unsurla çarpıldığında ise 28 olmaktadır. Var olan her şeyi simetrik iki parçaya ayıran ve hatt-ı istiva denilen çizgiyi yüzün ortasından geçirdiğimizde bu deliklerden ağız boşluğu ikiye ayrılarak 8 boşluk oluşturur. 4 unsurla çarpımı da 32’ye eşittir. Elde edilen bu 28 ve 32 sayıları, ilahî kelamın varlıkta kendini göstermesi, diğer bir ifadeyle ilahî zuhurun varlıktaki izleridir. Bu noktada 32 harfin zuhuru olan 32 alamete sadece hatt-ı istiva ile ulaşılabildiği için, hatt-ı istiva 32 harfin bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bitkilerin yapraklarını iki eşit parçaya ayıran damar, hurma ve buğday gibi bitkilerin çekirdeklerini de iki eşit parçaya ayıran çizgi, horozun ibiği, gergedanın boynuzu, devenin dudağındaki yarık, tüm bunlar hatt-ı istivaya yani 32 harfe işaret eder.

İnsan ise esma-i küllün yani 32 harfin tamamının vücudunda hatlar şeklinde zuhur ettiği tek canlı olması hasebiyle varlık zincirinde en üst konumda yer almaktadır. İnsan, yüzünde 2 kaş, 4 kirpik ve bir saç olmak üzere 7 hatla dünyaya gelmektedir. Bu hatlar insanın yüzüne anne karnında iken yazıldığı için ümmî hatlar olarak isimlendirilir. Bu 7 hat, dörder unsurdan oluştuğundan özünde 28 hattır. Hatt-ı istivanın geçirilmesiyle, saç hattı ikiye bölündüğünden 8 hat elde edilir ki bu durumda dörder unsurdan oluşan bu hatlar bize 32 hat olur. Diğer canlıların vücutları kıllarla kaplı olduğundan yüzdeki bu hatlar sadece insanda müşahede edilmektedir.

Erkeklerde buluğ çağına ulaştıktan sonra yüzün iki tarafındaki sakal, bıyığın iki tarafı, iki burun deliğindeki kıllar ve çene altı olmak üzere 7 hat ortaya çıkar. Bu hatlara ebî hatlar denir. Hatt-ı istiva ile çene altındaki hattın ikiye bölünmesiyle 8 hat zahir olur. Bu hatlardan da 28 ve 32 alamete ulaşılır. Diğer taraftan 7 ümmî hattın çıktığı 7 mahal vardır ki bunların toplamı 14’tür. Ebî hatlar da aynı şekildedir. 7 ayetten oluşan ve her namazda okunan Fatiha suresini tanımlayan seb’u’l mesânî (tekrarlanan yedi) terimi Hurufi felsefesinde aynı zamanda yüzdeki bu hatları ifade etmektedir.

İnsanda ilahî kelam olan 28 ve 32 harfin zuhuru bunlarla sınırlı değildir. Bir insanın ağzında 28 veya 32 diş vardır. Vücudunda toplam 12 delik vardır ve hatt-ı istiva geçtikten sonra 16 delik ortaya çıkar. Mahalleriyle birlikte bu deliklerin sayısı 32 olur. İnsan vücudunda 360 parça kemik, damar, sinir vardır. Bu da 6 kere 28 ve 32’ye eşittir ki insan vücudunun 6 yönden 28 ve 32 harfin mazharı olduğunu ifade eder. İnsanın sağ ve sol ellerindeki parmaklarda toplam 28 mafsal vardır. Hurufi metinlerde örnekler bu minval üzere çoğaltılmıştır.

İnsan 28 ve 32 harfi telaffuz edebilen ve vücudunda hatlar aracılığıyla harflerin mükemmel bir şekilde zuhur ettiği tek canlı olmasıyla “Ahsen-i takvim”dir. İnsandaki bu mükemmel zuhurun ifade ettiği mana insanın, ilahî kelamın diğer bir deyişle Allah’ın tam bir mazharı olduğudur. Nitekim bir hadiste de “Allah, Âdem’i kendi sureti ve rahman sureti üzerine yarattı” denmiştir.

Hurufiler, varlıkta Allah’ın zuhurunu harfler üzerinden takip etmenin yanında, tüm dini ibadetlerde de bu zuhurun izlerini göstermişlerdir. Örneğin; hazardaki bir kimse günde 17 rekat, Cuma günü 15 rekat, seferi olan da günde 11 rekat farz kılmaktadır. Hazarda ve Cuma günü kılınan farz rekatlar 32 iken hazarda ve seferde kılınan farz rekatlar toplamı 28’dir. Hacda yapılan, ikizi farz ikisi sünnet dört çeşit tavafın şavtları toplamı, her birinin yedişer şavtı olmak üzere, 28’dir.

Sonuç olarak Hurufilik, peygamberlerden meleklere, ibadetlerden ahirete, Kuran’dan hadislere, kısaca islamî düşüncenin sınırlarına giren her şeyde, 28 ve 32 harfin varlığını göstermeye çalışmıştır. Hurufilik, İslam dünyasında diğer bir çok vahdet-i vücutçu akım gibi eleştirilere maruz kalmış bir akımdır. Hurufiliği bir çeşit ateizm olarak yorumlayanlar yanında, Nusayrilik, Dürzîlik, Yezidilik gibi esas inançlarında İslami hükümlerden tamamıyla ayrılmış uydurma bir din olduğunu söyleyenler, en iyimser ifadeyle de batıni bir fırka olduğunu söyleyenler azımsanmayacak kadar çoktur.

Hurufi metinleri okunduktan sonra tüm bu yargıların mesnedsiz olduğu açıkça görülecektir. Başta Fazlullah olmak üzere hiçbir Hurufi eserde Kuran’daki bir hükmün reddedildiği, aksinin söylendiği vaki değildir. Hurufiler, ibadetlerin bazı iç anlamlarının bilinmesinin zorunlu olduğuna, dini vecibelerin maksadının bunların müşahedesi olduğuna inanmışlardır ancak hiç bir zaman şeriatın zahirinin önemsiz olduğunu, ibadetlerin Batınî manaları bilmeyle dini vecibelerin zorunlu olmaktan çıkacağını söylememişlerdir. Fazlullah’ın Nevnâme‘deki şu satırlarıyla yetinelim: “Hz. Muhammed’in şeriatının zahirini küçük görme, itibar göster, şeriattan bir adım bile dışarı çıkma. Onun şeriatını hakikatin ve hikmetin aynısı bil. Onun şeriatının zahirindeki her işaret, her remiz, hikmetin ve ebedi hayatın aynısıdır.”[1]

Hurufilerin mezhepleriyle de ilgili olarak onların Sünni bölgelerde Sünniliği, Şii bölgelerde de Şiiliği kabul eder göründüklerini fakat Şii-Batınî karakteri her zaman muhafaza ettikleri, daha yaygın olarak da Şii veya galat-ı Şii oldukları kabul edilmiştir. Oysa başta Fazlullah olmak üzere onun hemen hemen tüm ardıllarında açık bir şekilde sünniliği referans aldıkları açıktır. Elbette irfani bir ekol olarak Hurufiliğin mezhebinin esas itibariyle çok bir önemi yoktur ancak onların sünniliği zemin olarak aldıklarının bilinmesi önemlidir.

Fazlullah başta olmak üzere Hurufilerde, ezan, abdest ve namaz tamamen sünnilikteki şekliyle tarif edilmiş ve yorumlanmıştır. Fazlullah ve takipçileri, Hazret-i Aişe radıyallahu anhâ, Hazret-i Ebûbekir, Ebûbekir-i Sıddîk, Ebû Hureyre radiyallahu anh gibi, bir şiinin asla yapmayacağı tazim ifadelerinde bulunmuştur. Fazlullah’ın halifelerinden Aliyyu’l A’lâ, 4 halifeden bahseder ve “İmam-ı Şâfi’î radiyallahu anh” diyerek Sünni imamlardan birine atıfta bulunur. Bunlarla ilgili örnekler müstakil bir makale olacak miktardadır. Tüm bunlar başta Fazlullah olmak üzere Hurufilerin sünni mezhebinden olduklarını göstermek için yeterlidir. Elbette şunu da belirtmek gerekir ki, bu sünni temel, onların on iki imam inançlarına ve Hz. Ali’ye atfettikleri özel bir değerle birleşmektedir ki bu, Horasan menşeli tasavvufi akımlarda sık görülen bir yaklaşımdır.

Son olarak Hurufiliğin, harflerden hareketle vahdet-i vücutçu bir sistem kuran mistik bir akım olduğunu ancak bir tarikat olmadığını belirtelim. Hurufilerin, belirli bir ritüelleri, zikirleri, virtleri, kıyafetleri vs. olmadığı gibi tekke, dergah ve şeyh gibi yapılanmaları da yoktur. Özellikle yaşayan bir kutub veya gavs gibi bir liderin de olmayışı, Hurufiliğin Melamilik gibi bir müsemma tarikat dahi olmadığını göstermektedir. Zahidane ve münzevi bir hayat yaşamayan Hurufilerin mistisizmi, harflerin bilgisine ve onların varlıkta müşahedesine dayanır. Bunun yanında ilahi emirleri de yerine getirerek gerçek vahdete ulaşılacaktır.

1. M.K. Ali Emî­rî, Fars­ça, no. 1011, vr. 102b.

Hurufiler Şii midir?

hurufiler_sii_midir

Ebu Man­sur Hu­ru­fi­le­rin Sün­ni­le­rin ya­nın­da Sün­ni, Şi­ile­rin ya­nın­da Şii gi­bi ha­re­ket et­tik­le­ri­ni söy­ler. Göl­pı­nar­lı da on­la­rın Sün­ni böl­ge­ler­de Sün­ni­li­ği, Şii böl­ge­ler­de de Şi­ili­ği ka­bul eder gö­rün­dük­le­ri­ni, fa­kat Şii-ba­tı­ni ka­rak­te­ri her za­man mu­ha­fa­za et­tik­le­ri­ni be­lirt­miş­tir. On­bir ima­mı ta­nı­mak­la İs­nâ aşe­riy­ye­ye, Meh­di’­nin doğ­ma­sıy­la da ehl-i sün­ne­te ya­kın ol­muş­tur, el­bet­te ay­nı za­man­da her iki gü­ru­hun da aley­hin­de…