Hurufilik Tarihi
Fazlullah Esterâbâdî (ö. 796/1394) tarafından kurulan Hurufilik talebelerinin de katkılarıyla güçlü bir sistem haline gelmiştir. 15. yüzyılın ortalarına kadar devam eden sistemleşme süreci Hurufiliğin ilk dönemidir. Bu dönem içerisinde vuku bulan Fazlullah’ın Timur’un oğlu Azerbaycan valisi Miranşah tarafından Şeyh İbrahim’in fetvasıyla idam edilmesinden sonra Hurufiler tepkilerini ortaya koymaya başlamışlardır. 808/1405 yılında Horasan’da çıkan ayaklanma Timur’un oğlu Şahruh tarafından bastırılır. Bir yıl sonra da Mazanderan’da bir ayaklanma çıkar. Herat’ta da yönetim aleyhinde faaliyet yürütmeleri üzerine Şahruh, Hurufilerin kökünün kazınmasını emreder. Şahruh, yaptığı bu baskıdan kaynaklansa gerek, 23 Rebiülahir 830/21 Şubat 1427 Cuma günü, Herat Camii’ne giderken, Fazlullah’ın müritlerinden Ahmedî Lor tarafından bıçaklanır. Ahmedî Lor orada öldürülür. Şahruh’un oğlu Mirza Baysunkar Ahmedî Lor’un cebinden çıkan anahtardan hareketle tahkikat yaptırmış ve onun şehir pazarındaki kiralık evini bulmuştur. Orada takke diktiği anlaşılan Ahmedî Lor’un evine gelip gittiği tespit edilen Mevlana Maruf Hattat yakalanmış ve Herat’taki İhtiyarüddin kalesindeki kuyuya hapsedilmiştir. Ondan başka Fazlullah’ın kız kardeşinin oğlu (bazı kaynaklara göre torunu) olan Hace Adudiddin ve bir grup Hurufi de yakalanıp öldürülmüşler belki de yakılmışlardır. Fazlullah’ın torunu Emir Nurullah ve Emir Gıyâseddin gibi bazıları da tutuklanıp, uzunca bir muhakemeden sonra serbest bırakılmışlardır. Hurufiler bu dönemde son olarak, 835/1431 yılında İsfahan’da Hacı Surh önderliğinde isyan çıkararak, Şahruh’un emirlerinden Abdussamed’in iki oğlunu öldürmüşlerdir.[1]
Hurufilerin İran coğrafyasında uğradıkları bu baskılar ve Hurufiliği yeni coğrafyalarda yayma istekleri akımın 15. yüzyılda Anadolu ve Rumeli topraklarına sıçramasına ve oralarda yayılmasına neden olmuştur. Hurufiliğin bu ilk döneminde yazılan eserlerin tamamı Farsçcadır. Bu dönemde Türkçe yazan tek Hurufi, Fazlullah’ın halife ve talebelerinden Seyyid Nesîmî’dir. Hurufiliğin Anadolu’ya geçişini takip eden süreçte İran ve Azerbaycan coğrafyasındaki Hurufilik varlığı hızlı bir şekilde silinmiştir.
15. yüzyılda Hurufiliğin Anadolu’ya geçişi ve yayılması aslında akımın yeniden bir doğuşudur. Zira fikirsel temellerinin tamamı Farsça dile getirilmiş olan Hurufiliğin Anadolulu müntesipleri, ilk dönem Farsça eserleri Türkçe’ye çevirmişler, böylece akımın Anadolu, hemen akabinde de Balkanlar’da yayılmasını ve yeni telif eserler verilmesini sağlamışlardır. Elbette bu dönemdeki Tahkîk-nâme müellifi Mir Fâzılî, Şerh-i Câvidân-nâme müellifi (telif tarihi 1000/1592) Câvidî Ali Efendi ve Salât-nâme (1030/1620’den sonra telif edilmiştir) müellifi Işkurt Dede gibi isimler 17. yüzyıla kadar Anadolu ve Balkanlarda Farsça yazan Hurufilerin varlığını da göstermektedir.
Türkçe olarak Hurufiliği anlatma ve tebliğ etme faaliyetlerinde 15. yüzyılda öne çıkan isimler Refî’î, Âmiloğlu ve Firişteoğlu Abdülmecid’dir. Nesîmî tarafından Anadolu’ya gönderilen Refî’î Beşâret-nâme ve Genc-nâme isimli mesnevîlerini tamamen Hurufiliği tebliğ etmek maksadıyla yazmıştır. İlkinin telif tarihinin Ramazan 811/Ocak 1409 olmasına bakılırsa bu tebliğ faaliyetlerinin Fazlullah’ın ölümünden on beş yıl sonrası gibi ne denli erken bir döneme denk geldiği görülecektir. Refî’î muhtemelen, Anadolu insanına Hurufiliği anlatmada en etkin yollardan birinin, hafızalarda kalması ve topluluk içinde okunması daha kolay olan mesnevî formu olmasından hareketle Hurufiliğin temel inançlarını mesnevî formunda Türkçeye aktarmıştır. 7 Şaban 823/17 Ağustos 1420 tarihinde Beşâret-nâme‘den ilham alarak, belki de Refî’î’nin talebelerinden biri olan Âmiloğlu, Fazlullah’ın Arş-nâme isimli manzum eserini Türkçe’ye tercüme etmiştir.[2]
Bu tarihlerden hemen sonra, Fazlullah’ın talebelerinden Hurufiliği öğrenmiş olan Firişteoğlu ismiyle maruf Abdülmecid b. Firişte (ö. 864/1460) nesir diliyle aynı minvalde eserler vermiştir. Firişteoğlu’nun Şevval 833/Haziran 1429 tarihli Işk-nâme, Rebî’ü’l-evvel 838/Ekim-Kasım 1434 tarihli Hidâyet-nâme ve telif tarihleri belli olmayan Tercüme-i Hâb-nâme ve Âhiret-nâme isimli eserleri Hurufiliği tebliğ ve anlatma gayesiyle Anadolu’da yazılmış/tercüme edilmiş ilk Türkçe mensur metinlerdir.
15. yüzyılın başlarındaki bu eserler dikkatle incelendiğinde aslında bunların ilk dönem Hurufi metinlerinden Fazlullah’ın eserlerinin tercümeleri oldukları görülecektir. Firişteoğlu’nun, Seyyid İshak’a ait, Fazlullah’ın hayatı ve yaptığı rüya tabirlerini anlatan Hâb-nâme isimli eserin tercümesi dışındaki eserlerine bakacak olursak bunların, Fazlullah’ın eserlerinin seçilmiş pasajlarının karışık bir tercümesi mahiyetinde oldukları görülecektir. Refî’î’nin manzum eserleri de bu çerçevede değerlendirilebilir. Hurufiliğin Anadolu’da Türkçe olarak tebliğ edilmesi sürecindeki bu ilk dönemde, bu şekilde pragmatist bir yol izlenmesi oldukça mantıklı ve anlaşılırdır.[3]
Bu dönemden ancak iki üç asır sonradır ki Fazlullah’ın mensur eseri Câvidân-nâme motamot şekilde tercüme edilmiştir. Bunlardan birincisi Fazlullah’ın en önemli eseri Câvidân-nâme’nin Derviş Murtazâ isimli bir Bektaşi dervişi tarafından yapılmış Dürr-i Yetîm isimli çevirisidir.[4]
Anadolu ve Balkanlardaki Hurufilerin çeviri dışında kalan telif eserlerine baktığımızda bunlarda şiirlerin önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Penahî, Misalî, Muhitî, Arşî gibi Hurufi şairler Hurufiliği şiir diliyle ifade ederek, hem daha geniş kitlelere ulaşabilmişler hem de Hurufiliğin yayılmasına katkı sağlamışlardır. Hurufi yazarlardan Cavidî Ali’nin şerhleri, Mukimî’nin Vahdetnâme’si, Işkurt Dede’nin Salâtnâme’si, felsefî anlamda özgün ve Hurufi felsefesini ileriye götüren ikinci döneme ait mensur eserlerdendir.
Sonuç olarak Hurufiliğin 17. yüzyıla kadar süren, bu son iki buçuk asırlık döneminde yazılan eserlerin en temel özelliği; Hurufiliğin yeni bir coğrafyada, ilk olarak Anadoluda daha sonra da Balkanlarda, tanıtılması ve yayılması olmuştur. Fakat, tebliğ eksenli ürünler verilmesi nedeniyle de Hurufi felsefesi kısmen iptidaî kalmıştır.
Hurufilerin 15. yüzyılda Anadolu ve Rumeli’de başlayan yayılmaları kısa sürede dönemin padişahı Fatih Sultan Mehmet (ö. 1481)’e kadar ulaşmıştır. Fatih, aynı zamanda döneminin bir entellektüeli olarak Hurufilikle ilgilenmiş ve bazı Hurufilerle görüşmüştür. Fatih’in entellektüel merakından yersiz yere endişe eden Mahmut Paşa, Fahreddin Acemî’den hurufilerin katline dair fetva almayı başarmış ve Edirne’de idam ettirmiştir.
Bunun dışında II. Bayezid (ö. 1512) ve Kanunî (ö. 1566) dönemlerinde batıni zümreler üzerine yapılan takibatlardan Hurufilerin de etkilenmiş olabileceği ihtimal dahilindeyse doğrudan Hurufileri hedef alan bir olaydan söz etmek şimdilik mümkün değildir.[5]
Elimizde bulunan ve ketebe kayıtları olan Hurufi nüshalar üzerine yaptığımız bir araştırmaya göre bunların 1420 ve 1896 yılları arasında istinsah edilmiş olduğunu görüyoruz. Tarihleri belli olan bu nüshalardan üçü 15. yüzyılda, on dördü 16. yüzyılda, onu 17. yüzyılda, kırk beşi 18. yüzyılda ve otuz ikisi 19. yüzyılda istinsah edilmiştir. İstinsah yerleri belli olan 39 nüshadan 28’i Ergirikesri, 5’i İskenderiye (İşkodra), 1’i Kanîne olmak üzere kahir ekseriyeti Arnavutluk’ta istinsah edilmiştir. Diğerleri ise İskece, Golos (Yunanistan), Solnok (Macaristan), Aksaray, Trabzon, Belgrad-İstanbul arası, Zile, Üsküp ve Kayseri’de birer, Hacı Bektaş’ta iki, İstanbul’da üç nüsha olarak istinsah edilmiştir. Bu da Hurufiliğin başta Arnavutluk olmak üzere ağırlıklı olarak Balkanlarda özellikle Bektaşi ve Kalenderi zümreler arasında kabul görüp yayıldığını göstermektedir.[6]
Hurufiliğin müstakil bir tarikat olmaması ancak vahdet-i vücutçu felsefi-mistik bir ekol olması nedeniyle farklı tarikat çevrelerindeki müellif ve şairleri etkilemesi çok doğaldır. Elbette hiç bir tarikata müntesip olmayan veya böyle bir ilişkinin tespit edilemediği bir çok müellif ve şairde de Hurufiliğin görülmesi oldukça normaldir. Hatta Hurufilik, vahdet-i vücutçulukla benzerliği nispetinde, kültürümüzde öyle yaygınlaşmıştır ki bazı şairlerin, Hurufiliğe ait yorumları, Hurufi mahreçli olduklarını bilmeden kullandığını anlıyoruz. Dolayısıyla aksi bir karine yoksa ve bilinçli bir şekilde kullanılmışsa, Hurufi felsefesinden yararlanan bir şairi Hurufi olarak kabul etmekte bir sakınca yoktur. Elbette böyle bir şair veya müellifin, Hurufiliği hayatının merkezine koymuş, bunun mübelliğliğini ve dâîliğini yapan bir şairden farkı sadece nicelikseldir.
Bu nokta gözden uzak tutulmamak kaydıyla Hurufiliğin, başta Bektaşi şairler olmak üzere, Melâmî, Kalenderî, Halvetî ve Mevlevî çevrelerinde görüldüğü söylenebilir. Hurufilik bu tarikatların da özellikle Balkanlardaki temsilcileri tarafından kabul edilmiş görünmektedir. Örneğin Arnavutluk’taki bazı Bektaşiler, Hacı Bektaş Veli’yi Fazlullah’ın müridi olarak kabul etmişlerdir.
Sonuç olarak Hurufiler, harflerin birliği, harflerin soyut varlıklar olarak öncesizliği, harflerin yaratılıştaki önemi ve harf temelli “varlığın birliği”, isim-müsemma’nın aynılığı konularına getirdikleri yeni yorumlar ve bakış açılarıyla felsefî-mistik anlamda bir çığır açmışlardır. Ancak bunların da ötesinde Kur’an ve hadis yorumlamaları ile bir kelime üzerinden geliştirdikleri özgür çağrışımlarla, günümüz felsefe metodlarına daha yakın ve klasik tefsir anlayışının çok ötesinde yorumlar yapmışlardır. Hurufilik müstakil ve bütüncül bir sistem olarak getirdiği yeni yorumlar ve yaklaşımlarla tasavvuf tarihi içerisinde keşfedilmeyi bekleyen mücevherlerle dolu bir hazinedir.
1. Fatih Usluer, Hurufilik; İlk Elden Kaynaklarla Doğuşundan İtibaren, İstanbul: Kabalcı, 2009, ss. 18-22.
2. Fatih Usluer, “Farsçadan Türkçeye Hurufi Metin Tercümeleri”, Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları IX, İstanbul: Klasik, 2014, ss. 365-366.
3. Fatih Usluer, “Farsçadan Türkçeye Hurufi Metin Tercümeleri”, Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları IX, İstanbul: Klasik, 2014, ss. 353-355.
4. Bkz. Fatih Usluer, Fazlullah Esterâbâdî, Câvidannâme; Dürr-i Yetim İsimli Tercümesi, İstanbul: Kabalcı, 2012.
5. Fatih Usluer, Hurufilik; İlk Elden Kaynaklarla Doğuşundan İtibaren, İstanbul: Kabalcı, 2009, ss. 24.
6. Bkz. Fatih Usluer, Fırat Yıldız, “Hurufism Among Albanian Bektashis”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research, S. 3/15, 2010, ss. 268-280.
Fazlullah Esterâbâdî
Fazlullah’ın ismi kaynaklarda Abdurrahman, Celaleddin, Şihabüddin ve Şemseddin Fazlullah olarak zikredilmiştir. Kemaleddin Kaytağ, Fazlullah’ın kendi ismini Mevlana F (مولانا ف) şeklinde yazdığını söyler.